26 Temmuz 2010 Pazartesi






                                        

                                                       Ben gidiyorum hoşçakalın.

25 Temmuz 2010 Pazar

                                      ESKİ DEFTERLERİ AÇMAK
        Öyle duruyor işte kütüphanede. Şiir kitaplarına ayrılmış rafta, kırmızı solmuş cildi ile bana göz kırpıyor. "Açmak istemiyorum şimdi seni "diyorum. Daha bir soluyor sanki sırtındaki cildin rengi. Burnuma yanık gül yaprakları kokusu geliyor. İçim fena oluyor, kıyamıyorum. Öksüz bir çocuğu teselli etmek ister gibi bir duyguya kapılıyorum, "Şöyle bir sırtını okşuyayım yeter" diyorum. Defteri usulca alıp cildini biraz okşuyorum. Kulağıma yaklaştırıyorum sonra. Kahkahalar, deniz sesi, cadde sesi,tren sesi,müzik sesleri duyuyorum. Usulca elime ilk gelen sayfayı aralıyorum. Biraz tuzlu, biraz mürekkebi bulanık bir sayfa parmaklarımın arasında:                      

                                           Kelimeler Kafi
Ayrılıktan mıdır nedir kavuşma isteği, bu gayret

Seneler geçti eskimemiş bu sevda hayret

İstanbul gecelerinde, Paris sokaklarında, Ankara'da evimde böyle bu
Bodrum'a gidemez oldum yıldızlar şahidim

Yıldızlar uzak, anlatmak zor
Sevgilim olmadı senden sonra dostlarım benden apayrı
Kızım büyüdü maşallah senin de bir oğlun olmuş ne güzel

Ortayaşlı olduk artık saçım hafif kel
Seninle kırılmışız bir zaman
Tamiri zor bilirsin

Kırık kalpler derneğinde suskunuz
Son bir denemeye ne dersin?

Ödemeler peşin bu sefer
Ümitler en kolay becerdiğim
Kelimeler kafi...
                                 Mazhar Alanson
          
   Liseli günlerimden birinde caddede aylak aylak yürürken, trafiğin içinde bir tanıtım aracı bangır bangır " Ele Güne Karşı" çalıyor, adeta etrafı inletiyordu. Bir kaç gün sonra MFÖ nün konseri olacağını söylüyor, avaz avaz bilet satış noktalarını haykırıyordu.
  En samimi arkadaşım ile birbirimize baktık. Ne yapıp edip bu konsere gitmeliydik. Ama nasıl?  Hani  Ali Desidero  şarkısında olduğu gibi "Bir  alavere dalavere çevirmeli"ydik galiba. Hatırladığım kadarıyla tüm çabalarımız boşa gitti. Evdekiler yaptığımız tüm numaraların hiçbirini yemediler. Biz o konsere gidemedik.  
  O sıralar apartmanın alt katında küçücük bir dükkana plakçı açıldı. Hala duruyor olmalı  yeri birkaç dükkan ileri taşınsa da "Santana Plak" hala ayakta. Yıllar varki tek bir Cd bile almadım ordan ama çok iyi hatırlıyorum MFÖ ' tüm kasetlerini ordan almıştım. Tabiki  Madonna' nın tiftik gibi kabartılmış sarı kısa saçlı, benli ve kabarık etekli bir resmi olan Like a Virgin kasetini  de... 
  Neyse MFÖ' yü konserinde izlemek için üniversiteli olana kadar beklemem gerekti. Bursa'da açıkhava tiyatrosunda, önümde iki kız tüm konser boyunca başlarını sallayarak ve biz de kah etrafı , kah onları seyrederek konseri tamamladık. Konserlerde çok çılgın tipleri hepimiz görmüşüzdür ama bunlar gerçekten pes dedirtecek kadar vardı doğrusu.Hiç mi kafa yerinde durmaz, o kadar çevirince baş nasıl dönmez bilemiyorum doğrusu.
 Daha sonra İstanbul' da Harbiye Konserlerinde' MFÖ' yü izledim hala da inanılmaz seviyorum. 
  Bu gün eski bir defterimin sayfalarını karıştırken yukarıdaki satırları buldum. Yanıda Mazhar Alanson'un kepli  siyah- beyaz okuldan mezuniyet resmini yapıştırmışım. Yıl 1989,aylardan şubat. Sararmış sayfalarda " Bisiklet yolunda yalnızım" diye yazmışım.
 Çok güldüm" Kırmızı kar yağınca, sana geleceğim kırmızı süveter" yazmışım. Ne güzel iyiki de bu yazıları yazmışım, bu defter bu günlere sağlam ulaşmış. Az mı ezildi  yatak altlarında saklanmaktan, az mı arama geçirdi .İyi bakmışım ona. Yıllardır kütüphanede rahat rahat duruyor oysa. Gizli saklı birşeyi, hesap soracak kimsesi yok çok şükür. "Ben öldükçe yazarım" diye bir cümle yapıştırmışım bir kenarına. Büyük bir özlemle okulların açılmasını istediğim anlaşılıyor bir başka sayfada. Ne tuhaf hala eylülün gelmesini ve okulların açılmasını bekliyorum sabırsızlıkla. Değişen hiç birşey yok bu sinemada...

20 Temmuz 2010 Salı

                                    Sanki Hiç Gitmemiş Hep Var Gibi
     Bu gece balkonda oturmuş yıldızları seyrederken, kamplarda yaktığımız ateşler geldi aklıma.
     Ateş yavaş yavaş sönerken hala sönmemeye direnen birkaç alev arada bir görünür kaybolurdu. Birkaç alev son bir direniş yeniden yanmaya çalışırdı sanki; oysa çoktan "suyu kaynamış" işi bitmiştir onun. Ateş sönse, hiç bir alev çıkmasa bile yanmaya devam eder uzun bir süre daha.
    Eski aşklarda böyledir işte arada bir külleri kazıdığınızda oradan ince bir duman çıkar. Bazen bir şarkı, bazen bir şiir, bazen bir şehir, bazen  sadece bir kelime alıp getirir eski aşkın küllerini size.
   Ne kadar o köprünün üstünden çok sular aktı, eski çamlar bardak oldu, küllerini rüzgarda savurdum bitti; deseniz de gerçek bir aşksa  o yaşınız kaç olursa olsun gelir bulur sizi.
  Ömründe hiç aşık olmadığını söyleyen insanlara hep hayretle bakmışımdır. Görmeyi mi bilmiyorlar, sevmek bir yetenek mi yoksa, bir kabiliyet mi diye düşünmeden edemem.
   Kendini sevmeyen başkasını da sevemiyor mu yoksa?
   Üniversitede aynı odayı paylaştığım bir kız arkadaşım  geldi şimdi aklıma . Her sabah  kalkar, " Aman da ne güzelim ben, ne tatlıyım ben" diye kendine iltifatlar yağdırırdı. inanılmaz kendini severdi. Tanıdığımız hemen hemen tüm, hadi abartmayayım pek çok diyeyim erkek de ona aşıktı sanırım.       
  Tabiki ben hayretten ağzım bir karış açık, inanamaz gözlerle onu seyrederdim. Bu çılgın arkadaşım  her gün kendine yüksel bir moral vererek güne başlardı.            Gerçekten kendini olduğu kadar, başkalarını da çok kolay sevebiliyordu. Şimdilerde bir sosyal paylaşım sitesinde birbirimizi bulduğumuz arkadaşım, hala kendini eskiden olduğu gibi  kendine sık sık iltifat ediyor mu bilmiyorum "Erkek arkadaşı ve ya eşi onun bu hallerini nasıl karşılıyor acaba?" diye hep düşünmüşümdür. Düşünsene her sabah uyanıp, yüksek sesle kendine iltifatlar yağdıran birisi ile beraber olsaydın? Belki de fena olmazdı, acayip makara yapardın, ama sonrasıda sıkardı bence.
   Ben  kendi payıma hep biraz bunalımlara takıldım galiba. Şifa mı dağıtmak istiyordum ki . Acılarını benle mi unutacaktı, melankolik tipler daha mı çekici oluyordu o zamanlar? Romantikleri seviyordum ama nedense erkeklerin pek çoğu ne şiir biliyordu, ne de şair. Derinlemesine bilgisi olan ilk erkeği tanıdığımda gerçekten aşık oldum galiba.
  Yaşıtlarımın hepsi çok çocuksuydu sanırım. Benim daha farklı beklentilerim vardı . Parklarda el ele yürümek, liseli aşıklar gibi olmak istemiyordum. Göstermelik sevgililik halleri  sevmiyordum .
  En sinir gelen şeylerden bir tanesi de aşıkların birbirine isim takmalarıydı. Arkadaşlarımdan birisi "Edi" diğeri de "Büdü" diyorlardı birbirlerine. Sinir geliyordu bana.
  Eskiden kesinlikle hoşgörüm çok azmış. Sana ne di mi millet ne derse desin birbirine. Şimdilerde olsa komik bulurum, çok da gülerim . Bizim çocukluğumuz biraz  " Susam Sokağı" anıları ile doludur. Oradan esinlenmişlerdi sanırım.
  Bazen küllerin üstüne gözyaşları dökersiniz, ince ince dumanın çıkışını seyrederek. Başka zamanlarda, başka yerlerde olmak istersiniz, son bir kez duymak istersiniz  rüzgara karışmış sesini mesela. Ortadoğu ve balkanların en romantik şarkısını çalarsınız ıslıkla :

        Belki bir şarkının her sesinde 
          Belki bir sahil meyhanesinde
           Belki de içtiğin sigaranın dumanıyım
           Bir yıldız gökte kayıp giderken
           Islak bir yolda yalnız yürürken
           Bambaşka bir şeyi düşünürken aklımdasın
           Geçmiş değil bugün gibi yaşıyorum hala seni
           Sen hep benim yanımdasın
           Gündüzümde gecemdesin, çalınmasın söylenmesin
           Sen benim Şarkılarımsın
           Sanki hiç gitmemiş hep var gibi
           Bir sırrı herkesten saklar gibi
           Sessizce sokulup ağlar gibi yanımdasın
           Beni bir şeylerden aklar gibi
           Koparmadan çiçek koklar gibi
           Hiç bozulmamış yasaklar gibi aklımdasın
           ...

12 Temmuz 2010 Pazartesi

 Ben teknoloji kapsamı dışına çıkıyorum. Fırsat bulursanız bu filmi seyredin. Yani romantik olanlar seyretsin. Aldım ama seyredemedim..) Hoşçakalın...

10 Temmuz 2010 Cumartesi


ÜÇÜNCÜ ŞAHSIN ŞİİRİ

             Gözlerin gözlerime değince
             Felaketim olurdu, ağlardım
             Beni sevmiyordun, bilirdim
             Bir sevdiğin vardı, duyardım
             Çöp gibi bir oğlan, ipince
             Hayırsızın biriydi fikrimce
             Ne vakit karşımda görsem
             Öldüreceğimden korkardım
             Felaketim olurdu, ağlardım
             Ne vakit Maçka'dan geçsem
             Limanda hep gemiler olurdu
            Ağaçlar kuş gibi gülerdi
            Sessizce bir cigara yakardın
            Parmaklarımın ucunu yakardın
            Kirpiklerini eğerdin, bakardın 
            Üşürdüm, içim ürperirdi          
            Felaketim olurdu, ağlardım
            Akşamlar bir roman gibi biterdi
            Jezabel kan içinde yatardı
            Limandan bir gemi giderdi
            Sen kalkıp ona giderdin
            Benzin mum gibi giderdin
            Sabaha kadar kalırdın
            Hayırsızın biriydi fikrimce
            Güldü mü cenazeye benzerdi
            Hele seni kollarına aldı mı
            Felaketim olurdu, ağlardım
                                         ATTİLA İLHAN

     Sizler ile en sevdiğim şairin ,en sevdiğim şiirini paylaşmak istedim...

9 Temmuz 2010 Cuma



 LEVO
    Seneler bizim dostluğumuzu eskitemedi. İçimizde başka şehirlere taşınan , hatta yabancı ülkelere yerleşenler de oldu. Zaman zaman bir araya geldiğimizde eski güzel günlerimizden konuşuruz. Aramızda kariyer yapanlar oldu. Hemen herkes evlenip çoluk çocuğa karıştı. Kafası çok çalışanlar iş kurup patron oldu. Yılların estirdiği rüzgardan hepimiz az da olsa nasibimizi aldık. Kimimizin saçlarına ilk aklar düştü .

   Aldığımız bir telefon haberi ile hepimiz yıkıldık. Levo ölmüştü. İçimizden bir yaprak düşmüştü.

   En hüzünlü buluşmamız onun cenaze töreni oldu. Levo burada yaşadı. Bekli de hiç kimsenin yaşamadığı gibi yaşadı. Tek bir mekan sahibi olmadan yaşadı. Birkaç gömlek ve tişört, bir iki pantolon ile yaşadı. Geriye arkadaşlarının evlerinde kalmış birkaç resim ve çokça kitaptan başka bir şey bırakmadı. Sürekli bir işi olmadığı gibi hiç de evlenmedi ve üniversiteyi bitiremedi...

   Onu, fakülteye başladığım yıl bir kafede oturuken gördüm. Kalabalığın içinde bile yapayalnızdı. Birilerinin ona takılması ile hafifçe gülümser “Ne olur bir şiir oku?” diye ısrar edilince çok güzel şiirler okurdu. Gözlerini kısarak güler ve her zaman biraz hüzünlü bakardı.

   Tanıştığımız ilk günlerin birinde, elinde birkaç kitap merdivenlere dayanmış öylece duruyordu.” Derse girmiyor musun? “deyince öyle tuhaf tuhaf baktı. Yanımdakilere “Nesi var?” dediğimde. Güldüler, “O öyledir, boş ver. “ dediler. Boş vermedim…

    Bölümde onu tanımayan yoktu. Herkesle arası iyiydi, kimseye bulaşmaz, hocalar ile takışmazdı. Sınıfta bir köşede oturur, galiba dersleri de fazla dinlemezdi. Kızlar onla ilgilense bile o kimseden hoşlandığını ve ya hoşlanmadığını belli etmezdi. Bir süre sonra ilgi göremeyen kızlar da ondan umudu kesip başkalarına yönelirlerdi.

   O yıllarda her gün traş olur, kumral saçlarını alnına düşürürdü. Bir gün kantinde otururken “Leo dedim, sakal bıraksana kimbilir sana ne kadar yakışır.” Güldü, kimse onun çocuk suratına sakal yakıştıramıyor gibiydi.

   Levo' nun öğrenciyken sürekli kaldığı bir yeri yoktu. Arkadaşlarının evinde kalırdı. Aylarca da bana konuk oldu. Onun varlığı evde hiç anlaşılmazdı. Çok gürültülü, kakara kikiri kız gülüşmelerini duyar, odasından çıkmazdı. Daha sonra bir şekilde onun evde olduğunu anlayanlar “Aaaaa, Levo’ da buradaymış.” derlerdi.

   Son görüşmemizde çınarlı yoldan dümdüz yürüdük . Yirmi yılı aşkın yaşadığı bu şehirde beraber son yürüyüşümüz olacaktı sanırım. Yorgundu, ince vücudu daha da küçük gözüküyordu. Yüzünde kirli sakallarının örtmediği yerlerde acıları ince çizgiler oluşturmuştu. O gün hasta olan ablasını görmeye eve gidecekti. Onu o akşam orada bıraktım. O uzun yürüyüşten sonra oturduğumuz kafede. “Buranın çayı çok güzelmiş ben bir tane daha içeceğim” demişti. Ben ise yeni çıkmış kitaplara bakmak üzere kitapçıya gidecektim. Neden “Beraber gidelim” demedim, hiç bilmiyorum. Aslında ne değişecekti? Gerçek oydu ki ,o akşamdan üç gün sonra bir trafik kazasında ölecekti.

   Tabutunu taşırlarken içinde o olduğuna ve gerçekten öldüğüne inandım. Dört kişi, hafif bir kutu taşır gibi onu önümüzden geçirdiler. Eve döndüğümde defterime şunları yazmaya çalıştım.

“ Sevgili Levent! Aramızdan bir haziran günü ayrıldın. Harika bir dost, sıcacık bir insandın…”

8 Temmuz 2010 Perşembe

                                        



                                                   SENE DE BİR GÜN

   Bir devlet dairesinde memur olan babam ve ev hanımı annemin yıllar sonra gelen en  küçük çocukları olduğum için yalnız büyüdüm sayılır. Ablam ve ağabeyim evden erken ayrıldıkları için kalabalık ailelere hep özenmişimdir. Kardeş kavgası yapmayı ise hiç öğrenemedim.Babamla aramda kırk yaş olduğu için "Ben seni kırkımda ektim." diye bana takılırdı. Annem ise erken doğurup büyüttüğü iki çocuğundan sonra benimle tekrar gencecik  bir kadın kadar  güzel ilgilenirdi.
   İnsanın birbirini bu kadar seven ebeveynleri olması şimdi bana nedense tuhaf geliyor. Bu yüzden mi bu kadar duygusalım acaba? Bu insanlar nasıl da birbirlerinin potasında bu kadar eriyip gitmişlerdi bunca yıl. Aşk tarafların süngülerini indirip  karşı tarafa gönüllü teslim olması mıydı?
  İkisinin de çok ayrı zevkleri vardı aslında. Babam spor sever, atletik yapılı ve içe dönük iken; annem çok dışa dönük, ele avuca sığmayan, çok güzel giyinen, anı yaşamayı seven bir kadındı. Yemek zevkleri de uymazdı. İçtikleri çay bile başkaydı.Çok küçük yaşlarımdan beri evde babamın ayrı bir çaydanlıkta kendisine ve bizlere hazırladığı bitki çaylarını annem ağzına sürmez; sevdiği Karadeniz çayından ödün vermezdi. Sabah uyanır uyanmaz hemen çayı ocağa koyar , beyaz peynirsiz asla kahvaltı yapmaz( şimdi benim olduğum gibi) bir ritüyel halinde bize kahvaltılar sunardı. Şimdiki gibi gidelim falan gölün kenarında kahvaltı yapalım, şurasının da kahvaltısı çok güzelmiş gibi alışkanlıklar olmadığı için özellikle hafta sonları üç kişilik kahvaltılarımız mükemmel olurdu. Çeşit çeşit ev reçelleri, beyaz peynir, siyah zeytin, tereyağ, omlet, tavada otlu peynir kızartması  olmazsa olmazlardandı. Beyaz masa örtüsünün üstünde ince belli bardaklarla içilirdi çaylar. Ekmekler sıcacık, köşesi koparılacak cinsten olurdu.
   Bu evde herkes biraz ünlü bir artiste benzerdi.Yakışıklığı ile dikkatleri üzerine çeken ağabeyim Tarık Akan, cıvıl cıvıl neşesi ve upuzun siyah saçları, çekici fiziğiyle ablam Audrey Hepborn  ,fırça gibi saçları, atletik fiziğiyle babam Cüneyt Arkın,güzelliği diller destan, kara gözlü  annem ise Türkan Şoray' dı. Benim ise küçükken neye benzer bir şey olduğum belli olmadığı için ben sadece çubuk kırakerdim.
 Annem ve babamın o kadar ayrı iki karekter olmasına rağmen  en önemli ortak noktaları sinemaya olan tutkularıydı sanırım. Evliliklerinin ilk yıllarında küçük bir  bebek olan ablamı,henüz   genç bir delikanlı olan kuzenime bırakıp sinemaya gittiklerini ailenin büyükleri anlatırdı. Bizimkiler gelene kadar  ablamı ayağında sallayan kuzenim, ikisinin çok hoş bir çift olduklarını sık sık anlatır. Çok güzel  tango yaparlarmış mesela.Ben görmedim ama dans ederlerken herkes onlara bakarmış.
    Ben küçük bir kızken ailemle çıktığımız tatillerin tadını hep hatırlarım. Uzun yol boyunca babam şarkılar söylerdi. Bunlardan en çok aklımda kalanı "Senede Bir Gün"  şarkısıydı.
                                    Gönlümde açmadan solan bir gülsün
                                    Her zaman gamlıyım her zaman üzgün
                                    Beklerim yolunu aylar boyunca
                                    Yeter ki gel bana senede bir gün

                                   Ağarsa saçlarım
                                   Solsa yanağım
                                   Adını anmaktan yansa dudağım
                                   Bu aşka canımı adayacağım
                                   Yeter ki gel bana senede bir gün
Bu güzel sözler daha minik bir kız iken aklıma öyle bir yerleşmiş ki ilk öğrendiğim şarkı olduğuna eminim.
   Yıllar sonra filmi izlediğimde de, şarkıyı her duyduğumda da, ya da söylediğimde  de  annemle babamın  yarım asırlık büyük aşklarını hatırlarım,çok duygulanırım. Şimdi bir servinin gölgesinde körfeze karşı yatan kraliçe arının aziz anısına bir fatiha yollarım...
Aşkı bilen, aşkla dolu tüm gönüllere sevgilerimle...

6 Temmuz 2010 Salı

Merhaba sevgilim…
Asırlar geçti görmeyeli seni...
Özlemin içimde bir kor,
yüreğimse yangın yeri.
Yıldızlar kadar uzaktasın benden
Ve şiirin mısraları kadar yakınsın şimdi
Bir bahar günü ayrıldığımızdan beri neler mi değişti?
O uçarı kız gitti şimdi
Daha bir duruldum sanki
Daha bir anlar oldum
içtiğim bir yudum suyun tadını
Aldığım her nefesin kıymetini
Bunun dışında,
Hep aynıyım ben oysa,
Hala yüzüm hep kapıya dönük
Bekliyorum bir gün çıkıp gelmeni.
Bir kurt kemiriyor içimi sürekli,
Hasretin sarıyorDüşünüyorum seni…
Bir ses fısıldıyor kulağımda
Soruyor hep seni
“Kumral saçları vardıHala dalgalı mı? diyor”
"Teninde Karadeniz’in tuzu duruyor mu?"
Hala sıcak yaz geceleri gitar dinliyor mu?
Hiç beni düşünüyor mu?
Ayrılık gölgesini ne zaman düşürdü üstümüze
Büyük harflerle ne zaman eklendi
Adımızın önüne
Sen ince ve sıcak
Ben ürkek ve çocuk
savrulduk böyle
Bahar getir onu bana,
Sıcacık tutsun elimi

5 Temmuz 2010 Pazartesi





Gülü öpüp, dudaklarıma bastırdım. Harika kokuyordu. Merdivenleri çıkıp odamın kapısında bir kaç dakika içeri giremeden öylece kaldım. Kolu indirip eski kapıyı gıcırtı ile açtım. Artık güneşten rengi solmuş perdeleri hafifçe araladımda içeriye ince bir ışık girdi. Odamdaki tüm eşyalar bıraktığım gibi duruyordu. Duvardaki kitaplarım sararmıştı. Onunla tanıştığım günlerde okuduğum bir kitabı elime aldım. Tahmin ettiğim gibi içinden kurumuş bir gül çıktı.Gülü parmaklarımla sevip, okşadım.Sanki onun tenine dokunur gibi.Bana verdiği güllerden sadece biriydi.İkimizin elinin değdiği son güllerden biri olmalıydı.Yaprakları sararmış kuru çiçeği büyük bir özenle kitabın içine geri koydum. Masanın üzerindeki takı kutumun içinde gelişi güzel bırakılmış küpe ve kolyeleri karıştırırken,özenle minik bir kesenin içine koyduğum midye kabuğu dikkatimi çekti.
Okuldan kaçtığımız o gün Büyükada' da, uzun ve meşakkatli yokuşu tırmanıp, Yücetepe Kır Gazinosunda oturmuştuk. Nedense ikimizde yaklaşmakta olan üniversite sınavından konuşmak istemiyorduk ama söz dönüp dolaşıp aynı yere geliyordu. Hatırlamak istemesekte bir sınava girecektik.
İkimizde lisenin son sınıfındaydık.Ben hafta sonları dershaneye gidiyordum.O ise okulun basket takımında olduğu için sürekli antremanlara katılıyordu. Çok başarılı oldukları için okul takımı ile resimleri gazetelere çıkıyor, ben bunları kesip saklıyordum. Tabi gözüm ondaydı. Diğer ergenlik sivilceli, gözlüklü oğlanlara hiç bakmıyordum. En yakışıklısı oydu. İnanılmaz güzel ela gözleri vardı. Gözlerine bakınca dağları, bulutları,çimenleri, denizleri görüyordum. Gözlerine bayılıyordum. Geceleri uyumadan önce, beni kollarına aldığını düşündüğümde,kalbim çarpıyordu. Tahtada soru çözerken, defterime bir cümle yazarken, ailemle sinemada flim izlerken , şarkı dinlerken, konuşurken, kahküllerime şekil verirken,her an ,her an aklımdaydı.
Kocaman basket topunu avucunun içinde kavrayıp tutabiliyordu. Okulun spor salonunda bana tek kişilik gösteriler yapıyordu. Üçlük, ikilik atışlar yapıyor. "Senin için" gibi bir işaret yapıyor, sonra basketi atıyordu.Havalıydı, okulda bütün kızların gözü ondaydı.Boyum uzun olduğu halde yanında çok zayıf olduğum için heralde ufacık kalıyordum.
Sanki ikimizde yaklaşmakta olan sınavdan, umursamıyormuş gibi gözüksekte korkuyorduk. Elele yokuş aşağı yürüdük.Sahile indik. Dolaşırken bir avuç midye kabuğu topladık. Hatırlıyorum kot kumaşı kalem kutular kızlar arasında çok modaydı.
O gün eve dönerken kalemkutumun içinde midye kabuğu getirdiğimi kimse bilmedi.

SÜRECEK...
Günü En Güzel Olayı: Flim izlemek
Kitabını da çok sevmiştim. Filme bayıldım. Ağlamak ne kadar da güzelmiş. Tarifsiz hüzün bu olmalı.Okurken hayal ettiğiniz kahramanların ete kemiğe bürünmüş halleri bazen hayal kırıklığı yaratabiliyor.Bu flimde olmadı.Herkes ve herşey çok iyi.

Neyse annem fazla bir tepki göstermedi.Beden dersinde bahçede valeybol oynadığımızı, üstüne iki ders de coğrafya dersi boş olduğu için içeri girmediğimizi söyledim.İnanmışa benziyordu. Gürcü atalarından gelen genlerinin asaletiyle yanıma yaklaşarak"Hımm, öyle olsun bakalım " dedi. Üstünü değiştirmek için koridora yöneldiğinde derin bir "ohhh..." çektim. İşaret parmağımla burnumun üstündeki yoğurttan bir parmak alıp tadına baktım. İçimde bir serçe neşe ile cıvıldadı.

devam edecek...

2 Temmuz 2010 Cuma



İLK GENÇLİK DÜŞLERİNDEKİ GÜLLER
Bahçede gezinirken güllerin güzelliği karşısında büyülendim. Hemen hemen hangi gülün yanından geçersem durup koklamadan yapamadım.O çok iyi bildiğim içi yakan ,genzi saran kokularını defalarca içime çektim.Sarılar, pembeler, beyazlar ve kırmızılar bu akşam vaktinde bütün günü aşığı ile geçirmiş sevgililer kadar mağrur ve mutlu, biraz da yorgun gözüktüler gözüme.
Oysa ben ne çok severdim gülleri. Gülleri ve şiiri, çikolatayı, kahveyİ, taze naneyi ve vanilya kokusunu.
Okuldan geldiğim lise akşamlarında, mutfağa uğrayıp bir bardak süt ve bir dilim keki tabağa koyup, kaptığım gibi odama kapanırdım. Madonna dinlerken, hemen telefona yapışıp az evvel o otobüse binerek ben ise yürüyerek ayrıldığımız kız arkadaşımı arardım. Cindy Luper teypte avaz avaz bağırırken aşkımı düşünüp o gün bana verdiği kırmızı gülü koklardım.
Merdivenli sokakta konuşuyorduk. Ceketinin iç cebine sakladığı gülü büyük bir ustalıkla çıkarıp "Seni seviyorum" dedi. O kadar gençtikki...
Baharın ilk günlerinden biriydi.Sabah çok erken yağan yağmur sonrası havada inanılmaz güzel bir esinti vardı. Okul yolu boyunca öğrenciler güle konuşa yürüyorlar, caddedeki esnaf yeni yeni kepenklerini açıyor, ıslak astfaltlar pırıl pırıl parlıyordu.
Okul bahçesinde sıra olmuş sınıfımla birlikte ilerlerken bir an nöbetçi öğretmenin yanına gelen bir veli ile konuşmasını kaçmak için fırsat bildim. Büyük bir cesaret ile kapıya doğru yöneldim.Kendimi dışarda buldum. hızlı adımlarla arkama hiç bakmadan hemen ilk pasaja daldım. daha sonra merdivenli sokağa yürümeye başladım. İşte gri pantolonu ve beyaz gömleği ile ilk aşkım merdivenlere oturmuş beni bekliyor. Hemen bulduğumuz ilk vapur ile Büyükadaya geçtik. Bu yüzden Büyükadaya yıllar varki bir daha gitmedim. Bisiklete bindiğimizi hatırlıyorum. O limonlu, vişneli; ben çilekli, vanilyalı dondurmalarımızı yedik. O gün çok güldüğümüzü hatırlıyorum. Herşeye,herkese gülüyorduk.
Akşam eve geldiğimde neyseki annem evde yoktu.Evdekiler o gün okula gitmediğimi, onunla gezdiğimi anlayacaklar diye ödüm koptu.Banyoya yönelip aynada yüzümü görünce çok şaşırdım.Vapurda ve sahil kenarında tüm gün gezdiğim için yüzüm kıpkırmızı yanmıştı. Hafiften hafiften de başımın ağrımaya başlayacağını hissediyordum. Annem eve geldiğinde beni salonda gözlerim ve dudaklarım dışında tüm yüzüme yoğurt sürmüş halde buldu. Bakışlarındaki şaşkınlığı bugün bile gayet net hatırlıyorum.

Sürecek...



Seni Öyle Seviyorum ki
Bolkonun demirlerine yaslanmış dışarı bakıyorum. Deniz çok durgun ve kibirli. O kadar sonsuz gözüküyorki... Senin denizin öbür yanında olduğunu bilmesem,seni benden ayıran bir çizgi gibi aramızda durmasa belki denizi daha çok severdim.
Çıkıp yanına gelmek istedim birden. Odaya geçip çantama alelacele telefonumu koyup, anahtarlarımı elime almıştım ki durdum. Ne diyecektim, görünce seni. Ayrılmayı isteyen ben değilmiydim. Senin de ne acılar çektiğini bilmiyor muydum? Gözlerin "gitme"derken ,bir bahar günü seni terketmedim mi? Hala beni ne kadar sevdiğini mi görmek istiyorum acaba? Şu saatlerde çalışıyor olmalısın. Seni büyük bir masanın yanında konuşuyorken görüyorum. Odaya girsem, kapıda beni görsen, iş arkadaşlarının şaşkın bakışları altında "Seni öyle seviyorum ki" desem...